Schopenhauer Beni Bekler

Dört halifeyi bir türlü kronolojik sıralayamayan ve bunu gecenin meselesi haline getiren, adının daha sonra Haydar olduğunu öğrendiğim kızıl gezegen, bir s.x on the beach daha istiyor benden. "Çok içiyorsun" diyor ilk halifeyi Osman sanan sarışın sevgilisi. "Olsun" diyor Haydar, "Paramız var." 

"Dana!" diye bağırıyor ön masada safkan Sivaslı patron, "Dana tabii, öküz olacak değil ya, nerede yetişmiş bu?" Kızıl gezegenin gözleri dört açılıyor, bir yiğidoya bir bana bakıyor. Derhal açıklanması gerek, önünde bir tepsi tekilayla yalnız başına oturan ve bu oturuşundan patron olduğu anlaşılan ihtiyar kovboyun dedikleri. 

Televizyon çarpıyor gözüme, kim milyoner olmak ister yarışması, erkek sığır yavrusu soruluyor. Saat gecenin ikisi, pek genel kültürcü yiğido patron. Televizyonu gösteriyorum sarışın sevgiliye, sarışın sevgiliden kızıl gezegene Galatasarayvari bir rahatlama söz konusu oluyor. Derken rahatlamayı delen bir tepinme gözlemleniyor yiğidodan, deli gibi hareketler yapıyor, son derece miyobum, korkuyorum tekila mı çarptı? Yanına sokuluyorum, "Az koy, az koy" diyor. Koya koya bara giriyorum; inadına votka, malibu ve cinden ibaret yapıyorum kızıl gezegenin ultra alkolite s.x on the beach'ini. Renklilik olsun diye damlatıyorum meyve suyunu birer damla. Al diyorum kızıl gezegen, "Vişne kan yapar". "Yine bastın dimi meyve suyunu diyor" ve hayatının hatasını yaparak, bardağı 60 derecelik açıyla diklemek suretiyle bir kaç yudum almış bulunuyor susuz mars. 

Aksırmak öksürmek tıksırmak kahrolmak arası gidip gidip geliyor, "Ben lavaboya" diyor, gidiyor gelmiyor. Marsta hayat olmadığını bir kere daha anlıyor sarışın astronot. Bir bardak su istiyor benden, bilmiyor ki ne kadar manidar.

Sayamadığımdan 500 kişi kadar sandığım kalabalık, bir erasmus kabilesi, giriyor içeri. Sekiz dilde merhaba alıyor, ortak dilde kafa sallıyorum. Her biri bir diğeriyle konuşuyor, bütün kombinasyonlar deneniyor ve bu esnada sipariş bir türlü alınamıyor. Zaman kazanmaya teşne öngörümle başlıyorum 50'lik bardakları doldurmaya. 12. birayı doldururken damlıyor Batman Fikret "Hey barmen bana bir votka, 11 bira." Kim ulan diyorum o Russian reis? Son birayı kendime ayırıyor, bakire bir votka yolluyorum onun yerine bilinmezliğe. Koca bir gövde imkansız kılıyor bilinmezi, söve söve oturuyor kızıl gezegen, bir Fatma Aliye koyuyor önüme. 

"Ağabey harika ya, Mars'ta su buldum" diyorum, anlamıyor ve fakat gülüyor, saçların diyorum orijinal mi? Öyleyse harika. Kahkahalarla cevap veriyor, bir "öyle tabi" cımbızlıyorum içinden cevaben. 

Scorpions duyuyorum bir yerlerden, gaipten ses geldiğini zannediyorum fakat burası gaip için oldukça tılsımsız bir yer, sese evriliyorum, "time, it needs time to win back your love..." derken nakaratta ancak buluyorum sesin kaynağını. Namlusu olsa silah sanacağım, iki elle zor tutabildiğim bir telefon. Müşterinin tekinin, şarja koydurmuştu Batman Fikret. Çağırıyorum onu, gönderiyorum techno maganda sahibine.

"Ağabey ya, sen de hiç bilecek bir tipe benzemiyorsun ama, taktık bir kere gecenin bu saati, aşkımın şarjı bitti, benim telefon da takoz bakamıyoruz, saçma olacak ama, 2. halife kimdi?''

Giderek ayar oluyorum. Fatma Aliye hatırına sormuş bulunuyorum, "siz öğrenci misiniz?" İstanbul Hukuk oluyor cevap.

''Eyüp'tür o.''

''Aaa, hazreti mi?'' diyor sarışın meczup.

"Kesin hazretidir.'' 

Hz. Ömer'i sonsuz saygıyla yad ediyor, bu konuşmaların sol omzumdaki nöbetçi melek için pek bir önem arz etmediğini varsayarak portakal dilimlemeye koyuluyorum, kendime meze hazırlıyorum. Alkolü bırakıyorum ve bunun için kendime bir seni de kaybettik partisi veriyorum. Ertesi gün aynı saatlerde süt içmek umuduyla o zamana dek yalnız kendimde denediğim alkollü iksiri hazırlıyorken, bir votka bardağı oturuyor olay yerinin tepesine. Ellerinden başlıyorum tanımaya, 12. bilinmez Russian'ı. Orta yaşlarda güzel bir kadın, "how is it going" diyor. Kafaya taktım bir kere harbiden Rus mu değil öğreneceğim, giriş gelişmeden sonra yapıştırıyorum ilkokul 4. sınıf "where are you from" u. "Turkey" diyor. Ya acayip sapık, ya ben pek bir turistim. İstanbul Türkiyesinde neden bu British kafa diyorum, alışkanlık diyor. İyi ki onu da İngilizce demiyor, zira Google Translate çok uzakta. 

Güzel gülüyor Russian. Gülüşü mü güzelliğinden, güzelliği mi gülüşünden felsefesine gark etmişken Schopenhauer'den patentsiz, ciddi bir güzellik oturuyor yanına. Suratından düşen bin parça, telefonunu şarja taktırıyor, namlusuz telefondan tanıyorum techno magandayı. İki buzlu viski istiyor akabinde, suratından düşen parçaların sayısı giderek artıyor.  Tek buzlu koyuyor, iki damla soğuk su damlatıyorum, ondan daha ciddiyim, itirazsız gülümsemekle yetiniyor. Antenleri kalkıyor gülüşü güzelin, "ben erasmus grubunun hocalarıyım, arada yaş farkı var neticede bir yere kadar konuşabiliyor vakit geçirebiliyorum" diyerek statüsel bir posta koyuyor ciddi güzelliğe. Son kuşağın pratik zekasının bir temsili oluveriyor genç ciddiyet, elini uzatıyor bana, "merhaba ben Elif" oluyor postaya cevabı. Schopenhaur'un kafası fena halde karışık. 

Kokteylimin kalanını dikliyor, fondipsel bir bakış atıyorum, ayrı telden aynı türküyü söyleyen dişi ozanlara. Soğuk savaşına tanık oluyor bu dişi kovboyların, elinde son tekilasını bekleten yiğido patron.

''99 da kim şampiyon oldu barmen''

''Bursaspor''

Zırt bırt gelip gidiyor Batmanlı süper garson, son gelişinde saati gösteriyorum. 03.40

Bir Yunus Emre alıyorum kasadan, "yaradılanı severim, yaradandan ötürü" pis gülüşüyle akort ediyorum ayrı çalan telleri.

Bir kültür hazinesi bırakıyorum ardımda Batmanlı süper garsona. Gözleri yaşarıyor.

"Nereye" deyiveriyor ciddi güzellik. Gülüşü güzel tecrübeli, sormuyor.

''Eve, ocakta çay, koltukta Schopenhauer beni bekler...''

entlovin, hikaye, anı

Yorum Gönder "Schopenhauer Beni Bekler"